
Köy Hayatı
(3. Bölüm – Oduna Gittim Sıfta Kaldım)
Hazırlayan: Tahsin TUNA
Fakirlik, yoksulluk… O günlerin değişmez gerçeğiydi. Çocuk aklımla bile, insanın üzerine çöken o sessiz gölgeyi hissederdim. Her evin duvarında, her yüzün çizgisinde o yoksulluğun izleri vardı.
Dedem Ali — köyde herkesin “Alicik” diye andığı o mütevazı adam — gün boyu tarlada öküzleriyle çift sürer, akşam yorgun argın eve dönerdi. Ayağındaki çamur içindeki çarıklarını evin taş merdivenlerinde çıkarırken, o manzarayı seyrederdim. Hâlâ gözümün önünde… Zavallı dedem, beni çok severdi. Bana hiçbir zaman adımla seslenmezdi; “Gel bakalım, Albayım,” derdi. O “Albayım” sözü, kulaklarımda hâlâ yankılanır. Neden öyle dediğini hiç öğrenemedim; içimde bir merak, bir çocukluk bilmecesi olarak kaldı.
O günlerde çay bile bir lükstü. Şeker desen, bulunmazdı. Sert kaya gibi kesme şekerleri “kıtlama” yaparak içerdi büyükler. Bizim için sabah kahvaltısı çoğu zaman bir tas tarhana çorbasından ibaretti. O çorbanın kokusu hâlâ burnumda tütüyor.
Köyde hemen herkes çarık giyerdi. Çizme, yalnızca varlıklıların ayağında görülürdü. Bizim için en iyi ayakkabı kara lastikti. Yazın ayağımızı kavurur, kışın soğuktan taş kesilirdi. Lastik yırtıldı mı, babam maşayı ateşte kızdırır, erimiş lastikle deliği yamardı. “Biraz daha idare et,” derdi. O “idare et” sözü, sanki o günlerin ortak şifresiydi.
Kışlar çok sert geçerdi. Adam boyu kar yağar, evlerin saçaklarından kılıç gibi buzlar sarkardı. Evlerde soba yoktu. Bacada yanan birkaç odun parçası, hem ışığımız hem ısımız olurdu. Bir odalı evin içinde beş kardeş, annem babam ve dedemle yaşardık. Akşam olunca hepimiz bacanın başına üşüşür, ateşe en yakın yeri kapmak için birbirimizi iterdik. Üstümüzde annemin keten kumaşlardan diktiği basit giysiler olurdu. Pantolon lükstü, okul açıldığında giymeye başladığımız önlükler bile bize etek gibi gelirdi.
İlkokula başladığım yıl öğretmenimiz Fuat Mutlu’ydu. Güleç yüzlü, sabırlı bir adamdı. Bir yıl onunla okuduktan sonra ikinci sınıfa geçtiğimde, köye yeni bir öğretmen geldi: Ali Karayiğit. Uzun boylu, sert bakışlı bir adamdı. Cami için nasıl imece yapılırsa, okul için de aynı usulle odun toplanmasına karar verdi.
“Her öğrenci velisi bir eşek yükü odun getirecek,” dedi.
Kimisi getirdi, kimisi getiremedi. Sonra yeni bir kural koydu:
“Her sabah okula gelirken, herkes bir parça odun getirecek.”
Böylece biz, bir elimizde çanta, diğer elimizde odun parçası, okul yoluna düşer olduk. Sobayı yakmak da nöbet işiydi. Üçer kişilik gruplar hâlinde sabah erkenden gelir, soğuk sınıfta sobayı tutuştururduk. Bazen köyün kadınları gelir, okulun avlusunda lokma döker, süt tozu kaynatır, reçel, peynir, tereyağıyla kahvaltı ettirirlerdi bize. Bizim için o sabahlar bayram sabahı gibiydi.
Ama odun meselesi bitmedi. Bir gün öğretmen yine yüksek sesle buyurdu:
“Her erkek öğrenci haftada bir eşek yükü odun getirecek!”
O akşam herkes evine gidip durumu anlattı. Ben söylemedim. Babamın öğretmeni pek ciddiye almadığını biliyordum. “En iyisi kendim götüreyim,” dedim.
Ertesi gün, dedemin eşeğine semer vurdum, baltayı aldım, ormana gidip odun kestim. Eşeğe yükledim, doğruca okula götürdüm.
Bir gün sonra olanlar, belleğime kazındı. Babam, olayı duyunca öfkeyle öğretmenin kapısına dayandı:
“Sen benim küçücük oğlumu ormana nasıl yollarsın? Ya baltayla bir yerini kesseydi?” diye bağırmış.
İki Laz’ın kavgasında, olan bana oldu.
O yıl sınıfta kaldım.
Babamla öğretmenin inatlaşmasının bedelini, sessizce ben ödedim.
Ama bugün dönüp baktığımda, o günlerin yokluğu değil; o yoklukta bile var olmayı bilen insanların onuru kalıyor aklımda. Belki de o yüzden, dedemin bana neden “Albayım” dediğini artık sormuyorum. Çünkü belki de o sözüyle, bana çocukluğun bütün zorluklarına rağmen güçlü durmayı öğretmişti.


